Bu yazıyı kaleme aldığımda Suriye’nin güngörmüş, nasır tutan ellerine henüz kan değmemişti. Yerler toz kir içinde ama gökyüzü masmaviydi. Kuşların hürriyet keyfine diyecek yoktu. Sular berrak akıyor, çarşı Pazar canlı idi. Diktatör Beşar Esed yönetiyordu ama halk yoksulluğu ile beraber mutluydu. Baba Esed’in zulmünü unutmasalar da oğul Esed ailesi aleyhine bir faaliyette olmadığın sürece sınırsız özgürsün diyordu Suriyeli kardeşlerimiz. Bu özgürlüğü bile az bulmuştuk onlar için ülkemizle kıyaslayarak. Söze savaş ile başlarken o savaşı bile arayacağımız bugünleri göreceğimizi hiç de öngörememiştik.
Sarı Örtülü Coğrafya: Suriye
Bir gezi yazısına bir savaş tarihçesiyle başlamak; yapay bir yazgının, doğasına uygun olmayan yollardan yazılışını bütün çıplaklığıyla ortaya koymak ve varsa bir bedeli ödemeye hazır olmakla eşdeğerdir. Gezi bir dinlence olarak bilinse bile çoğu kez bir öz arayışıdır. Özü ararken kendini bulma, kendini bulunca üzerine yeni düşüncelerle esbap giydirme anlamına da çok yakındır. İşte bu gerçekliğe yaslanan bir Suriye gezisi.
Kilis Öncüpınar’dan Suriye’ye geçişin orta yerinde kendimizi bulduğumuzda saatler gece yarısını geçmişti. Pasaportlarla ilgili işlemlerimiz tamamlanmış, arabaya ait triptik işlemler devam ediyordu. Gecenin o saatinde bu heyecanı bulabileceğimizi hiçbirimiz sanmıyorduk. Adeta yürüyerek sınırın ötesine geçmek istiyorduk. Sınıra doğru son adımlarımızı atmıştık ki, bir ikaz sesi duyuldu:
- Biraz geri çıkar mısınız? Bu Suriye’li gümrük memurundan başkası değildi. Bu ikaza belki de gereksiz yere tepki verdim:
- Ne sakıncası var? Hem biz bir zarar ya da rahatsızlık vermeyiz. Dediğimde:
- Zaten topraklarımızın arasında bu sınır çizgisi olsa bile gönlümüzün sınırı yok.
Bu sımsıcak kardeşlik kokan cümle beni taa birinci dünya savaşına götürmeye yetmişti. Şer üzerine ittifakta birleşen hâkim güçler, bu kardeş topraklar arasına, kardeş topluluklar arasına masa başında sınırlar çizdi. Kardeşin biri çizginin bu yanında, diğeri öteki yanında kalmış kimin umurunda. Bu yapay sınırları toprağa da çizip, her iki yanına da güvenlik gerekçesiyle nifak tohumu diyebileceğimiz mayınları ekince; kardeş denilen, kardeş bilinen bu milletler; devletleştiklerini, özgürleştiklerini, ayrıştıklarını ve ayrıldıklarını düşünen sözüm ona bağımsız devletler sınıfına dâhil ülkeler ve milletler oldular.
Yıllar yılı haritalarımızda, çölün rengini yansıtır diye sarıya boyadığımız Suriye’nin bizim ülkemizi hangi renge boyayıp, öğrencilerine sundukları bilgisinden uzağım. Bunun bilgisine ulaşmak ta istemem. Sarı rengi, ayrılığa, vefasızlığa yoran renk tasvircilerinin yorumlarıyla aynı paralelde düşman komşular olarak kazındı hafızalarımıza. Renkler üzerinden kavga etmenin, düşmanlıklar büyütmenin renkler dünyasını anlamamakla eşdeğer olduğunu bilmek lazım.
Yıl 2010 aylardan Mayıs. Kısa bir süre önce devlet erkleri kalabalık bir şekilde bir araya gelmiş, çürüyen nifak tohumlarını topraklarından karşılıklı olarak söküp atmaya karar vermişler, bunun sonucu olarak ta vizeler kaldırılmış. Vizeler kalktı, kurt kuzuya saldırmadı, berrak akan sularımız bulandırılmadı, Suriye’den ülkemize uygun adımlarla terörist kafileleri girmedi, kimse kimsenin toprağına göz dikmedi, kimse Müslüman kardeşini düşmanı olarak görmedi. Herkes vehimlerinden bir anda sıyrılıp kurtuldu.
Bu duygularla her yanımıza anlam rüzgârının ılık nefesleri dokunurken adeta kutlu bir ziyaretin düşünce dünyasındaki taşları da yavaş yavaş yerli yerine oturmaya başlayacaktı.
Neden gece yarısı yola çıktık? Karayoluyla Suriye’ye geçen herkes çoğunukla gece yarısı çıkar da ondan. Peki, neden gece yarısı? Sebebi şudur: Sabah namazı vaktinde Suriye’ye varmak ve Humustaki Halid bin Velid Camiinde sabah namazını kılabilmek. Seyfullah sıfatı layık görülen ve Allahın Kılıcı olarak anlam dünyamızda yer bulan, adeta zihinlerimize nakşolunan Halid bin Velid’in türbesi de bu camidedir. Suriye’yi ve İran’ı İslam ile tanıştıran ve katıldığı hiçbir savaşı kaybetmeyen Halid bin Velid. Müslümanların kaybettiği Uhud Savaşında ise müşrikler tarafında olduğu, yani orada da kaybetmediği anekdotuyla yeniden keşfettiğimiz Halid bin Velid. Ümmetin kazandığı zaferlerin sebebi olarak görülmeye başlanmasını tehlikeli bulan Hz. Ömer’in azletmek zorunda kaldığı kumandan. Vücudunda yara almamış yeri olmadığı halde yatakta ölecek olmayı hazmedemeyen ve bunun için içerleyen, şehit olamadığına kahreden bir mücahit. Cami avlusundaki mermer bir levha üzerinde Hz. Hâlid’in söylediği şu sözleri yazılı: “Cesedimde bir karış yara almadık yer kalmadı. Çok savaşlar gördüm. Ama şimdi burnumun üzerinde yatağımda ölüyorum!” Yine kendi oğlu Abdurrahman’ın da kabri bu camii de. Hazreti Ömer’in oğlu Übeydullah’ın makamı ve insanlığın ilk şehidi Habil’in kabri de orada. İşte bu camide sabah namazı kılma arzusunun altında yatan gerçekler.
Elbette böyle bir mekânda kılınacak namazın huşusunun önceki namazlardan huşu bakımından çok farklı olması normal değil midir?
Sabah namazına çocuk, genç ve yaşlı birçok kişinin koşması; namaz çıkışı aynı hazzı ikinci kez yaşatıyordu. Camiinin hemen çıkışında sabah namazını sabah serinliğinde doya doya yaşamayı cezp ettiren salepçilerden alınan bir bardak salep namazın bu dünyadaki küçük bir mükâfatı gibi yakışıyordu oraya.
Gezecek çok yer, gidecek çok yol ve harcayacak sınırlı zamanımız vardı. Yola koyulduk…
TARİHE BASA BASA YÜRÜYORDUK
Gezecek çok yer gidecek çok yolumuz vardı. Yola koyulduk. Halep-Şam arasında her yönüyle gizem dolu bir köyde mola verdik. Bu köy Malula idi. Malula’yı görünce kesinlikle çağlar öncesine gidiyoruz. Kayalıklardaki oyma mağaralar adeta taş devrinin izlerini taşıyordu.
Malula; Aramice’nin konuşulduğudünyadaki tek mekan olması bakımından da ayrıca ilginçti. Çünkü Aramice Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde konuşulan dildir. Bunun uyandırdığı merakı gidermemiz gerekiyordu.
Derken, Saint Takla Manastırı kocaman kayalıklar arasından yüzünü gösteriyordu. Bu manastırın kayalıklar içinde oyularak yapılmış olması heyecanı bir yana, kayalıklarda bulunan kuyudan çıkan suyun Hıristiyan alemi tarafından bir nevi Zemzem olarak kabul edildiğini öğreniyoruz. Rehberimiz Saint Takla (Azize Takla) nın hikayesini anlatıyor:
Hazreti Meryem, Hazreti İsa’yı babasız doğurması gerekçesiyle dayanılmaz baskılara maruz kalınca İsa’yı da alıp Malula’ya sığınmıştı. Malula’da da rahat yüzü gösterilmedi. Saint Takla Hz. Meryem’e yardım eden azizenin adıdır. Yine bu azize Hz. Meryem’e ilk inanan kadındır. Bu manastırda sıkışıp kalan Hz. Meryem’in “Allah’ım bana bu kayalıklardan bir yol aç ki, bu zulümlerden kaçıp kurtulayım” diye ettiği duaya karşılık olarak onlarca metre yükseklik yüzlerce metre uzunluktaki kayalıklardan oluşan bu dağın adeta aradan bir insan rahat geçebilecek şekilde ikiye ayrıldığını ve bu sayede kurtulduklarını dinliyoruz. İslam kaynaklarında bu olaya rastlanmamasının verdiği rahatlıkla efsane diyoruz. Efsane olarak kabul edilse bile, kocaman kayalıkların karşılıklı birbirinin parçası olduğu gerçeği derin bir efsun bırakıyor insan yüreğine. Dağın aralık kısmından yürüyüp manastıra çıkmak ve o kuyudan su içmek gezimizin önemli basamaklarından birini oluşturmuş oldu.
Yeniden yola koyulduk. Tarihe basa basa yürüyorduk. Her adımımız bizi başka medeniyetlere taşıyordu. Suriye deyince akla ilk gelen Şam olur. Şam (Damascus) dünyada bilinen en eski şehirdir. Birçok medeniyeti bağrında barındırmış bu şehre vakit geçirmeden ulaşmak istiyorduk. İhtişam sanki Şam’dan geliyordu. Adeta İhtiŞAM’ın bir yarısıydı. Şam altı buçuk milyonluk nüfusu ile adeta Suriye’nin yirmi milyonluk nüfus yükünün en büyük kısmını sırtlamıştı. İstanbul Türkiye’yi nasıl taşıyorsa Şam da Suriye’yi öyle taşıyordu. İstanbul nasıl Türkiye’ye yakışıyorsa Şam da öyle yakışıyordu Suriye’ye.
Şam’ın en kötü görünümü bile tarihsel bir vakarın varlığını ve bu şehrin soyluluğunu gölgeleyemiyordu.
Hazreti İbrahim’den Hz. Hud’a, Hz. Lut’tan Hz. Davut’a, Hz. Nuh’tan Hz. Eyyüb’e, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed (s.a.v)’e birçok peygamberin ve sahabelerin yolunun buraya düşmüş olması burayı İslam dünyası için çok daha anlamlı kılmakta. Belki de Suriye için atfedilen “Hacca gitmeden önce görülüp sonra Hacca gidilmeli” sözünün hikmeti buralarda gizlidir. Bu kutsiyet bu toprakların ev sahipliği yaptığı mümtaz değerlerle çok yakından ilgilidir.
Bizim kadar tarihimize ev sahipliği yapmakta olan Suriye’de Osmanlı döneminden kalan o kadar derin izler var ki, zihinlerde sınırlar ortadan kalkıyor, misafirlik duygusu kendini ev sahipliğine terk ediyordu. Osmanlıyı biraz da bu duygularla yaşamayınca Osmanlının anlaşılamayacağına inanıyorum.
Osmanlı döneminde yapılan meşhur Hamidiye Çarşısı İstanbuldaki Kapalıçarşı’nın ikiz kardeşi gibi duruyor. Orası da aynen Kapalıçarşı gibi cıvıl cıvıl ve alışveriş yapanlarla dolup taşmakta. Tek farkı bizimkisi çok modernize olmuş orası ise belki de üçyüzyıl öncesinin kokusunu yansıtmakta. Akşemsettin’in buradaki medreselerden yetiştiğini ve daha sonra Fatih Sultan Mehmet’e vezirlik ettiğini hatırlamakta yarar görüyorum. Süleymaniye Camii dediğimde İstanbul’daki Süleymaniye hatırlanacak ancak, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a Şam’da yaptırdığı camii ihtişamıyla görülmeye değer bir eser. Burada da Süleymaniye’yi bulmak ve Süleymaniye Camisini hatırlamak tarihsel sorumluluğumuza dahildir.
Şam’da bulunan Sultan Vahdettin’in kabri gezi boyunca bizi en çok etkileyen hatta içimizi burkan bir ziyaret mekânı oldu. Sürgünde vefat eden Sultan Vahdettin’in kendi vasiyetine uygun olarak çok sade ve sıradan bir kabri bulunmakta. Rehberlerimiz yanına kadar götürmezse diğer yüzlerce mezar arasında seçmek imkânsız olacaktı. Sultan Vahdettin vakarıyla yatıyordu oracıkta. Hayın yaftasını yapıştıranlara kabri ile cevap veriyordu. Bu hayın eğer sadece Kaşıkçı Elması’nı yanında götürmüş olsa hayatının sonuna kadar kendisi ve tüm sülalesi darlık yüzü görmeyecekti. Oysa ki borçlarından dolayı İtalya’da rehin tutulan cenazesi, duyarlı Müslümanların bir araya gelerek ödemesi sayesinde Şam’a getirilebilmiştir. Ruhu Şad olsun.
DOĞU’NUN KRALİÇESİ HALEP
Halep’e doğru yola koyulduk. Busra’da az sayıda da olsa oma medeniyetine ait birkaç eseri gördükten sonra, Humus’a geçiyoruz. Humus’ta Halid bin Velid’in türbesinin de bulunduğu Halid Bin Velid Camiinde bir namaz kılmak nasip olmuştu. Çok mutluyduk.
İslami bilinçlenmeye ilk başladığımız dönemlerde herkes gibi okuyup iç geçirdiğimiz kitaba ismini veren Hama’ya geçiyoruz. Hama deyince aklımıza ilk olarak Şehit Hama geliyor. Şehit Hama hala şehitliğin izlerini canlı bir şekilde taşıyor. Hama hala bir şehit gibi samimi ve sıcak karşılıyor kendisine umutla bakan gözleri. Hama bir yanda yalnızlık, bir yanda kardeşlik sembolü gibi.
Hama’ya özgü en önemli unsurlardan biri de Hama’daki Su değirmenleridir. Dolaplar, değirmene suyu taşır taşır boşaltır, gider döner yine doldurur yine boşaltır. Hama’nın şehit oluşuna ve şehitler ölmez düsturuna adeta kalın harflerle vurgu yapılmış ve şehrin her bir köşesine nakış nakış işlenmiştir. Hama şehit olmuştur lakin yaşamaktadır.
Arşın burada demeye alışık dilimiz Halep te burada deyiverdi. Kendimizi Halep’te bulmuştuk. Halep, Şamdan sonra Suriye’nin ikinci büyük şehri. Nüfus yükünün önmeli bir kısmını taşımaktadır. Halep Arapça’da “Süt Veren” anlamına geliyormuş.
Bazı tarihçilerin “Doğu’nun Kraliçesi” adını verdikleri Halep Süt Veren anlamı ile de bir ana görüntüsüne doğruluk kazandırmaktadır. Halep kucaklayıcı görüntüsü ile ana sıcaklığı ile güngörmüş taş yapıları ile adeta bir ana duruşuna sahiptir ki, buradan yola çıkılarak Doğu’nun Kraliçesi denmiş olması asla abartılı olmamıştır.
Sultan Abdulhamit Han döneminde yaptırıldığını öğrendiğimiz Halep Kapalı Çarşısı 18 kilometre boyu ile bir çok şeyi anlatmaya gerek bırakmadan cevaplandırmaktadır. Neredeyse her saat cıvıl cıvıl bir alışveriş merkezi görüntüsündeki bu alanda yapılan ticaret insana akçe ile yapılan alışverişlerin duygusunu veriyor.
Halep’in en güzide mekânlarından biri de Zekeriya Peygamberin türbesinin bulunduğu camiidir. Bu topraklarda yaşamış peygamberlerden biri olan Hazreti Zekeriya Kur’an-ı Kerim’de Meryem ve Al-i İmran surelerinde yaşadıklarıyla sunulmuştur.
Halep hakkında birçok önemli bilgiden önemli satır başlarını sunarak Sarı Örtülü Coğraya Suriye serisini tamamlamak istiyorum:
Halep, Mimar Sinan’ın yapmış olduğu ilk camii olan Hüsrev Paşa Camii’ne ev sahipliği yapmaktadır.
Halep, Kerem ile Aslı’nın aşkının yaşandığı kavurucu ortama şahitlik etmiş bir kenttir.
Halep, Osmanlı İmparatorluğunun en önemli şehirlerinden birisi olması hasebiyle tarihsel kökenlerimizin derinliklerde bir araya geldiği toprak parçasının adıdır.
Halep, Ame Cevdet’ten , Refik Halit’e hatta Nazım Hikmet’e kadar bir çok aydının da yolunun düştüğü bir yerdir.
Halep kapalı çarşısı kadar kalesiyle de dikkat çekmeyi başarabilmiş bir şehirdir. Halp Kalesi Selahaddin-i Eyyubinin oğlu Malik el Zahir Gazi döneminde Hitit dönemindeki aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.
Halep, “ işte Halep, işte arşın“ deyiminden de anlaşılacağı üzere, dilimizdeki deyimlere, atasözlerine konu olmuş bir şehirdir.
Halep kebabın ülkesi olarak bilinen Türkiye’nin en güçlü rakiplerinden biridir.
Anlatabilecek o kadar çok şey var ki şu notu da ekleyip bitirmek durumundayım. Suriye’de özellikle de Şam ve Halep’te iki bin, üç bin hatta beş bin kişilik lokantalar mevcuttur. Bunun nedenini sorduğumuzda haftada bir gün ailece dışarıda yemek yemek gibi vazgeçemedikleri bir geleneklerinin bu yapıları doğurduğunu öğrendik ve paylaşıyoruz. Suriye Biraz İstanbul, biraz Bursa, Biraz Diyarbakır, Biraz Konya biraz da Gaziantep. Kısacası Başka Türkiye yok diyenlere cevaben, benzer Türkiye var diyerek sözlerimi tamamlıyorum.